Değerli üyelerimiz 2. Kültür Günleri kapsamında değerli hocamız,
Prof. Dr. Mustafa Kahramanyol'un konferans metnini aşağıda sunuyoruz...
Bosnanın
Osmanlı Devletinin İçindeki Yeri ve Avrupanın Bosnaya Karşı Olan Tutumu
Prof.Dr.Mustafa Kahramanyol
Osmanlı Döneminden
Önceki Bosna-Hersek Tarihine Bakış
Balkanların
kalbinde yer alan, kültür ve dinlerin kesişme noktasında bulunan, birçok defa
dünya tarihinin akışını önemli biçimde etkileyen ve Bosna-Hersek olarak
adlandırılan bölgenin tarih içindeki gelişimi hakkında bilgi vermek, diğer
gelişmeleri anlayabilmek açısından önemlidir. Bosnanın tarihinde yer alan en önemli hadise, içerideki halklar
arasındaki çatışmalar ile dış güçlerin sürekli müdahalesidir. Bosna’nın kadîm
tarihinin dikkatle incelenmesi sonucunda, mevcut durumun, Bosna’nın ilk zamanlarından
bugüne devam eden ve bölgeyi bir salgın gibi saran devamlı savaşlar, şiddet,
ayırımcılık ve ayrılıkçılık, zulüm ve göçler gibi felâketlerin varlığına bağlı
olduğu söylenebilir.
Milâttan önceki dönemlerden başlayarak, Boşnakların yaşadığı
topraklar, İlir, Kelt, Got, Pers, Hun, Avar, Peçenek, Sılav ve Türk boyları
gibi birçok farklı soya, geçici veya kalıcı olarak ev sahipliği yapmıştır. Bu
topraklar, siyasî olarak, Roma İmparatorluğu, Bosna-Hersek Kırallığı
(1377-1463), Osmanlı Devleti (1463-1878), Avusturya-Macaristan Devleti (1878-1918),
Yugoslavya Kırallığı (1918-1945), Yugoslavya Sosyalist Cumhuriyeti (1945-1992)
ve Bosna-Hersek Cumhuriyeti (1992-1995) ve Deytın Antlaşmasından sonra oluşan
çok karmaşık bir siyasî yapının yönetimlerinde kalmıştır. Tarih açısından bakıldığında, Bosnada,
mahallî bir devlet olarak ota çağdan bu güne kadar, sürekli olarak var
olmuştur.
Bosna adıyla bilinen toprakları, Roma hâkimiyeti altında
iken, kısmen Dalmatia, kısmen Pannonia vilayetlerin dâhilindeydi. Roma
işgâlinden evvel, bölgede hem Kelt, hem İliryalı kavimlerin yaşadığı söylenmektedir.
M.S. 395 yılında, Büyük Teodosiusun ölümüyle, Roma
İmparatorluğu Doğu ve Batı olmak üzere, iki kısma ayrılmıştır. Başlangıçta,
imparatorluğun bütünlüğü savunulmuşsa da siyasî olaylar ve kültür gelişmeleri
bu ayrılışı pekiştirmiştir. Bosna, bu paylaşımda, imparatorluğun batı kısmında ve
zaman içinde de Lâtin-Katolik etkisinin
altında kalmıştır.
Kavimler göçü sırasındaki Bosnanın halk ve kültür yapısı
hakkında kesin bilgiler mevcut değildir. Bosna tarihi ile ilgili en eski
kaynaklar, Sılav kavimlerinin Balkanlara inişi döneminden itibaren yazılmıştır.
Kavimler göçü sırasında, Cermen kavimlerden olan Gotlar, M.S. 3. yüzyılda
Balkanları istilâ etmiş ve ancak uzun süren savaşlardan sonra Romalılar
tarafından geri püskürtebilinmiştir. İlirya eyaleti, İmparator Justinianus
tarafından 6. yüzyılın ilk yarısında Doğu Roma İmparatorluğuna eklenince, Bosna
Ortodoks kültür çevresinde yer almıştır
Hıristiyanlık, M.S. 1. yüzyılından itibaren Bosna bölgesine
girmeğe başlamıştır. Yine de, bölgenin nisbeten ana ticaret yollarından uzak
olması, güçlü bir kilise teşkilâtının kurulamamasına sebep olmuştur.
Sılavlar, Avarlarla beraber gelip, bölgeye MS 550
yıllarından itibaren yerleşmeye başlamışlardır. Sılavların ne zaman Avarların
etkisinden uzaklaşıp kendi siyasî teşkilâtını kurduğunu söylemek pek zordur.
Avar devletinin karakteri göz önüne alındığında, kesin bir ayrılıktan bahsetmek
zaten mantıklı gelmemektedir. Bu konfederasyonda, askerî yeteneklerinden
dolayı, Avarlar üst sınıfı teşkil etmiş ve hem Sılavlarla beraber, hem de
müstakil olarak Bosnaya yerleşmişlerdir. Bâzı yer adlarından (Obri, Obruk,
Obrobas) hareket ederek, Avarların uzun müddet için Bosnada varlıklarını
koruduğu anlaşılmaktadır
Bu durum, Hunlardan sonra Bosnaya gelen ve yerleşen ikinci büyük Türk kavminin
Avarlar olduğu anlamına gelmektedir. Günümüzde, Avarların Bosnadaki sanı, Türk-Avar
kökenli olan yer adlarının sayesinde muhafaza edilmektedir.
Sılavların Kafkaslardan ve Karadenizden gelerek, MS 550–650
yılları arasında Balkan yarımadasının bütününe yerleştikleri ve sayı
bakımından, Sılavların Avarlardan çok daha kalabalık oldukları söylenmektedir.
Sılavlarda Sırplar ve Hırvatlar, eş zamanlı olarak yeni memleketlerine
yerleşip, Balkanlar ve bizzat Bosna-Hersek tarihi için etkili bir siyasî ve
içtimaî oyuncu rolünü üstlenmişlerdir. Her iki halk, ortak bir geçmişe
sahiptir. Dil bakımından benzer özelliklere sahip olmalarına rağmen, bugünkü
Sırpça ve Hırvatça dilleri birbirinden oldukça farklıdır.
Sılavlar genellikle tarım ve hayvancılıkla meşgul olmuşlardır. Yöre halkının,
yâni kısmen Romalılaşmış olan İliryalı kavimlerin âkıbeti hakkında çeşitli
varsayımlar mevcuttur ve umumî olarak kabûl edilen görüşe göre, onlar zamanla
Sılavlarla kaynaşıp asimile olmuşlardır.
Arnavutça ve Makedoncanın aksine, Boşnak dilinde, bu eski
yöre halkının dil kalıntıları mevcut görünmemekle beraber, tende dövme gibi
bâzı folklorik âdetlerde eski yerleşimcilerin örf ve âdetlerinin kısmen de olsa
devam ettiği söylenebilir.
Nasıl olursa olsun, Sırplar ve Hırvatlar, eski yurtları olan
Kafkaslardan hareket edip, kavimler göçü sırasında, başka Sılav unsurlarla
beraber, Balkanlara indikten sonra, Bosnayı mekân olarak tutmuşlardır. Sırp
kavimleri, bugünkü Sırbistan, Karadağ ve Hersek bölgelerine yerleşirken,
Hırvatlar Dırina vadisinin doğusunda olmak üzere, Bosnaya ve Hırvatistana
yerleşmişlerdir. Yerleşim yerlerinin, gerek bölge ve gerekse de birim
itibarıyla, kesin olarak birbirlerinden ayrılmadığı bilinmelidir. Yâni, Bosnada
saf Hırvat, ya da saf Sırp bölgelerden söz etmek mümkün değildir. Üstelik,
yerleşim süreci sırasında, eski İliryalıların, Romalılaşmış unsurların,
Avarların, Ulahların ve başka unsurlarının da yavaşça yeni nüfusla kaynaşma
ihtimal ve imkânının yüksek olması gerektiği göz ardı edilmemelidir. Dolayısıyla
da, Bosna halkının bir bütün olarak sadece Sılavlardan ibaret olduğunu söylemek
çok yanlış olur. Daha evvel putperest olan Bosna halkı, Bizans misyonerlik
faaliyetlerin bir sonucu olarak, yüzeyden de olsa, 9. yüzyıldan itibaren
Hıristiyanlığı benimsemeye başlamışlardır. Demek ki, Hıristiyanlığın, Bosnadaki
coğrafi şartlardan dolayı, gecikmeli de olsa, 9. ve 10. yüzyılda yaygınlaştığı
söylenebilir.
Yalnız, daha çok siyasî sebeplerden ve saiklerden ötürü, Hırvatlar ekseriyette
Katolik mezhebini, Sırplar ise Ortodoks mezhebini seçmişlerdir. Bir kısım halk
ise Bogomil mezhebini tercih etmiştir. Bu durum, hem o zamanki, hem de
günümüzdeki itilâfların temel sebebi olmuştur.
Boşnakların bir kısmı, bir yandan Hıristiyanlığı benimserken,
öbür yandan da putperestlikten kalma örf ve âdetlerinin bir kısmını da muhafaza
etmişlerdir. Hatta, Bogomil ve Pataren inançlarına değer vermelerinin temelinde,
bu örf ve âdetler de yatıyor olabilir. Öyle ki, bu örf ve âdetlerin,
İslâmiyetin kabûlünden sonra dahî, tamamen ortadan kalkmadığı söylenebilir. Bu
örf ve âdetler ise, Orta Asya örf ve âdetleri ile çok benzerlikler göstermekte
olduğundan, işbu Bogomil taifesinin Hun-Avar-Peçenek-Kuman kökenli olma
ihtimali zayıf değildir. At mezarları, büyük ve süslü mezar taşları, Gusle adı
verilen ve at kılından tel ve yay ile çalınan bir tür kopuzun mevcudiyeti gibi
unsurlar bunun işaretlerindendir. Gusle adı verilen çalgı âleti, hem yapı, hem
de kullanılış tarzı itibarıyla Orta Asyada kullanılmakta olan ve atlı kavim
kültürünün önemli bir unsuru olan Kopuza çok benzemektedir. Bu bakımından,
üzerinde ciddiyetle durulmasında fayda vardır.
Bosna adı konusunda birçok varsayım vardır. Bu adın
Türklükle ilgisinin olması da muhtemeldir ve Divan-ı Lügat-ı Türkte de “zırhı
olmayan savaşçı anlamına gelen “Başnak er” diye bir tâbir vardır.
Bosna toprakları, bir müddet Avarların hâkimiyeti altında
kaldıktan sonra, Sılav kavimlerinin bu bölgede gittikçe daha güçlü bir konum
kazandığı bilinmektedir. Fıranklar, meşhur hükümdarları I.Karlın önderliğinde
(Şarlman), MS 805 yılında Avarları yenilgiye uğratıp, doğu ve güney doğu
hudutlarındaki bölgeleri de kontrol eder hâle gelmişlerdir. Ras, Dukle ve Hersek
civarlarında ise, Sırp “jupanları” diye bilinen kabile reisleri hâkimiyet
kurmuşlardır. Öte yandan, MS 928 yılında
ölen ve ilk defa bir Hırvat krallığı oluşturmuş olan Kıral Tomislav da Bosnanın
bâzı kısımlarına sahip olmuştur. Daha sonra ise, Bosna, Hıristiyanlığı kabul
etmiş ve Bizansın üst hâkimiyetini olarak tanımış olan Sırp kırallığının
idaresi altına kısmen girmiştir. “Bosna” adının tarihî kayıtlarda kullanılışı o
döneme denk gelmektedir..
Bosna, MS 960 yıllarından itibaren, yine Hırvat hâkimiyeti
altına girmişse de, kimi zaman Sırp, kimi zaman da Hırvat beylerinin hâkimiyeti
altında olmuştur. Bu arada, Macarların da Bosnaya hâkim oldukları dönemler
olmuştur. Genel olarak, Bosna erken Ortaçağ sırasında, Bizans kültürünün ve
siyasetinin etkisi altında kalmıştır.
Bosnanın bir devlet olarak anılması, Ban Kulin ile başlar
(1180-1204). Ban Stefan Kotromanoviç (1322-1353) ve Kıral Stefan Tıvırtko
(1353-1359), Bosna devletini genişleten ve güçlendiren başbuğlar olmuşlardır.
Bosna halkının en eski dininin putperestlik ve şamanlık
olduğu bilinmektedir. Hıristiyanlık gelmeden, halkın açık arazide ve tercihan
dağ başlarında günde beş defa Göktanrıya taptıkları yazılmaktadır.
Hıristiyan öğretisi, dokuzuncu yüzyılda, doğu ve batı olmak üzere Bosnaya iki
koldan nüfuz etmeğe başladığına göre, Katolik ve Ortodoks çatışmasının kaçınılmazlığı
ortadadır. Çünkü o tarihte, bu iki mezhep, hem temelleri itibarıyla
kurumlaşmış, hem de belirli siyasî güçlerle kaynaşmış bulunuyordu. Üstelik de,
her iki öğreti, halkın alışmış olduğu Tanrı anlayışına ve ibadet şekline aykırı
idi. Bu yüzden olacak, Bogomillik, Maniheizim ve Patarenlik Bosnada yaygın
kabûl görebilmişlerdir. Bu mezhepler, zaman-zaman yöneticiler tarafından destek
görmüş ise de, bâzan da baskı altına alınmış ve mensupları zulüm görmüştür.
Baskılar, çoklukla, Vatikan ve Macaristan kaynaklı olmuştur. Meselâ, 1459’da
Kıral Tomaş Katolik olmağa karar verdikten sonra, sözüm ona sapkın papazları
huzuruna toplamış ve kendisine katılmalarını istemiştir. Kaynaklara göre, iki
bin papaz mezhep değiştirmeği kabûl etmiş, ama kırk papaz bunu kabûl etmeyerek,
Hersek dağlarına sığınmıştır.
Bogomiller ve Patarenler, Eski Ahdi, haçı, ikonaları, kilise âyinini ve
azizlere ait günleri reddederler, kilise
binalarını kullanmazlar, şarap içmezler ve et yemezlerdi
Bosnada halk, toprağa bağlı köylüler ve seçkinler olmak
üzere, ikiye ayrılırdı. Köylüler, bir öşür mukabilinde, toprak işler veya
hayvan beslerlerdi. Birtakım işler de savaş esirlerine veya satın alınmış olan
kölelere gördürülürdü. İlginçtir, Bosnalıların kendileri de köle olarak
Venedik, Floransa, Cenova, Sicilya, İspanya ve Fransa gibi ülkelere satılırdı
Ulahlar, dağlarda göçebe olarak yaşayan ve hayvan besleyerek geçinen Bosnalı bir
halk idi. Diğer insanlardan çok ayrı olmuş olmaları sebebiyle, bunlar çok fazla
eritilememiş ver günümüze kadar varlıklarını kısmen koruyabilmişlerdir.
Bosnanın tabiî kaynakları zengindir. Ormanları, Roma,
Venedik, Raguza ve Osmanlı donanmalarına
gereken kerestenin temininde çok değerli bir kaynak olmuştur. Ulahların
beslediği sürülerden deri, yün, yağ ve peynir üretilir ve en çok Raguza
pazarında satılırdı. Kreşevoda ve Foynisada bakır ve gümüş, Olovoda kurşun,
Zıvornikte altın, gümüş ve kurşun, Sırebrenisada gümüş çıkarılırdı.
Madenciliğin, Ortaçağlardan itibaren Sakson madenci aileleri tarafından icra edildiği
bilinmektedir..
Bosnada, öteden beri, mahallî toprak sahipleri yarı bağımsız
derebeyleri olmuş ve kıraliyet tacının sahibini tayin edebilmişlerdir. Bosnanın
dağlık, ormanlık ve coşkun sularla bölünmüş tabiatının bu yapıda tayin edici
bir etkide bulunduğu şüphesizdir. Kırallık saraylarına Macar, Cermen, Bulgar,
Sırp, Leh ve Rum kökenli prenseslerin geldiği de bilinmektedir.
Bosnada yazı işleri, rahipler ve özellikle Fransisken
rahipleri tarafından yürütülmüştür. Metinler Sılavca veya Latince yazılırdı.
Sılavca yazılar, önceleri sadece eski Kiril yazısı ile yazılırken, daha
sonraları Kiril yazısının “Bosançisa” denen türü ile kullanılmıştır.
Osmanlı dönemi
Bosna üzerine ilk
Osmanlı akını 1386’da olmuştur. Bosnanın fethi, doğu ve güney bölgelerinin 1463
yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından alınması ile başlamış ve 1592’de Bihaçın
alınmasıyla tamamlanmıştır. Bosna fethinin tamamlanması ile birlikte,
İslâmlaşma süreci de başlamıştır. Bosna-Hersek’in İslâmlaşmasıyla ilgili
gelişmelerin, oradaki içtimaî ve siyasî şartlara bağlı olarak kendisine has bir
şekilde cereyan etmiş olduğu yazılmaktadır.
Saffet Beg Başagiçe göre, Fatih Sultan Mehmet Bosnayı fethettiği zamanda, Bogomil
Bosna Kilisesinin mensupları kitle hâlinde İslâmı kabûl etmişler ve Yayçe ovasında,
Fâtih Sultan Mehmedin huzurunda 36.000 kişi kelimeyi şahadet getirmiştir.
Bosnanın
fethinden önceki yıllarda Bogomillere karşı işlenen zulümler Katolik ya da
Ortodoks inancına döndürme girişimleri, köylüye karşı şiddeti ve halk arasında
bunaltıcı bir karmaşa doğurmuştur. Bu durum, Osmanlı fâtihlerinin işine
yaramıştır. Zirâ, köylüler onların kişiliğinde bir korunma umudunu ve imkânını
bulabilmişlerdir. Papa II. Pius’a gönderdiği bir mektupta, Bosna kıralı Sıtefan
Tomaşeviç (1461-1463) şunları yazmaktaydı: “Türkler benim kırallığımda birkaç
kale inşa ettiler ve köylülere dostça davrandılar. Onlara katılan her köylünün
özgür olacağına dair söz verdiler... Ve köylüler tarafından terk edilen
derebeyleri de kalelerinde uzun süre kalamadılar.” Köylülerin, özellikle
Bogomil toplumlarından olanların, çağlardır çektikleri acılardan sonra,
kaybedecek bir şeyleri yoktu ve bundan dolayı fâtihlerin işgâlini ve İslâmın
girişini kolaylaştırmışlardır.
Fâtih Sultan
Mehmet, Bosnayı aldığı zaman, Bosnalı Fransiskocu rahiplere özel korunma ve
imtiyazlar tanıyan bir ahitname vermiştir. İşbu ahitname hâlen korunmaktadır. Bununla,
Müslümanları devlet idaresinde üstün tutmakla beraber, bütün Hıristiyanlara şefkatle
muamele edilmesi gerektiğini açık bir şekilde ifade etmiş oluyordu. Fâtih,
sadece Katoliklere değil, Bogomil mezhebindeki Bosna Hıristiyanlarına da çok
müsamaha göstermiş ve onların devlet hizmetine alınıp yetişmelerini
sağlamıştır.
Hz. İsa'yı Allah’ın kulu olarak kabul etmeleri ve Hz. Muhammed’i teselli edici olarak
tanımalarından dolayı Bogomiller, bir çok bakımdan Müslümanlara yakın idiler.
Türklerin vicdan hürriyetine hürmet göstermeleri, Türk âdetleri ile Boşnak
âdetlerinin uyması, Bogomillerin Katolik kilisesinin ve Macarların zulmüne
uğramış olmaları gibi etmenler, Bosna Bogomillerinin toplu olarak İslâmiyeti
kabûl etmelerine sebep olmuştur.
Bogomil
mezhebine bağlı Boşnaklar, savaş kabiliyetleri, Macarları iyi tanımaları ve
Papalığa karşı derin bir husumet beslemeleri sebebiyle, Macaristan ile yapılan
savaşlarda etkin ve çok başarılı bir unsur olarak temayüz etmişlerdir.
Boşnaklar, Osmanlı Devletinin kuzeybatı hududunu çoklukla yalnız başlarına
müdafaa etmişlerdir. Serdarların emrindeki sipahilik teşkilâtına bağlı bulunan Boşnak
askerleri ile Bosnadaki Yeniçeriler, Türk hâkimiyeti devam ettiği müddetçe, esas
itibarıyla, sadakat ve fedakârlıkla saltanat makamına tâbi kalmış ve Bosna,
Osmanlı Devletinin bir kalesi olmuştur.
Osmanlıların
Bosnayı fethetmelerinden hemen sonra, Bosnada kendilerine has bir düzen
oluşturmuşlardır. Osmanlılar, fethedilen bölgelerde birer askerî-idarî birim
olan sancak teşkilatını kurmuşlardır.
İlk önce, Bosna Sancağı(1463), sonra da sırasıyla Hersek Sancağı, Zıvornik
Sancağı, Yenipazar Sancağı ve Kilis Sancağı kurulmuştur.
Osmanlı
Devleti, Bosnada kendi klâsik idarî ve siyasî yapısını oluşturmakla beraber,
mahallî şartları da göz önüne alarak, ilâve yapıların oluşumuna izin vermiştir.
Ana yapı itibarıyla, Bosna başlı başına bir beylerbeylik olarak teşkilâtlanmış
ve başına üç tuğlu bir vezir getirilmeye başlanmıştır. Bunun altında, beş adet
sancak teşkil edilmiş (Bosna, Hersek, Zıvornik, Yeni Pazar ve Kilis) ve
başlarına merkezden gönderilen paşa rütbesinde birer sancak beyi konur
olmuştur. Toprak da, tımar ve zeamet biçiminde hem Müslümanların, hem de
Hıristiyanların işletmesine verilmiştir. Ancak, 18.yüzyılda bu düzen bozulmaya
ve devlet arazisi, ileri gelen Boşnaklara “çiftlik” olarak verilmeye
başlanmıştır.
Tımar düzeni,
bir yandan askerlik teşkilâtını güçlendirirken, diğer taraftan da üretimin
artmasına vesile olmuştur. Hayvancılıkla uğraşan Eflak (Vılah-Ulah) adlı
göçebeler ayrı bir düzene konmuş ve askerlik itibarıyla Voynuk sınıfına
konulmuşlardır. Bu Ulahlar ve Hersek bölgesinde hayvancılıkla uğraşan diğer
unsurlar boş topraklara yerleştirilerek bu alandaki üretim de arttırılmaya
gayret edilmiştir.
Zaman
içerisinde, ayânlar ve kaptanlar gibi yerli ileri gelenlerden oluşan
idarecilerin çıkmasına izin verilmiş ve bunlardan faydalanılma yoluna
gidilmiştir.
Bu bağlamda, Osmanlı devleti, Bosnada, Kal’ay-ı Hakaniye Kaptanları adı verilen
idarî bir düzen de kurmuştur. Kaptanlıklar, esas etibarıyla, hudut boylarında
kurulur olmuştur. İlk kaptanlık, 1558’de Gıradişkada, ve en son kaptanlık da
1802’de Hutovoda kurulmuştur. Her kaptanlık belirli bir araziye sahipti ve
arazi dâhilinde bulunan en büyük kalenin adına göre adlandırılırdı. Kaptanlar,
başlangıçta, Sancak beyi veya beylerbeyi makamında oturan şahsın iradesi ile
yerli halkın ileri gelenleri arasından seçilirken, daha sonra bu gibi
kimselerin makamları, yetkileri ve toprakları aile içersindeki erkek
çocuklarına verilmeye başlanmış ve mahallî zadegânın oluşumuna hizmet etmiştir.
Kaptanların vazifeleri arasında, hudutları muhafaza etmek, bölge çevresindeki
yolları emniyet altında bulundurmak, kalelere silâh ve cephane temin etmek gibi
işler sayılabilir.
Fâtih Sultan
Mehmet Bosna Sarayı şehrine bâzı yönetim ve vergi imtiyazlarını bağışlayan bir “maufname”
vermişti. Zaman içerisinde, özellikle esnaf loncaları ve yeniçeriler tarafından
kuvvetle desteklenen mahallilik talebi işte bu muafnameye dayandırılmıştır.
Merkezî idare de, bunu tanımış ve şehrin baş yöneticisinin ahali tarafından
seçilmesine izin vermiştir. Buna göre, şehrin ayanı olmak için şehirli herhangi
bir vatandaş aday olabilir idi ise de, elbette ki Boşnak ileri gelenleri bu
mevkiyi kimseye kaptırmamışlardır. Zamanla Mostarda da aynı türde bir yapılanma
oluşmuştur. Ancak, bu mevki daima yerli toprak sahiplerinin elinde kalmıştır.
Ne var ki, seçkinler arasında bu konuda bir seçim de söz konusu olmuştur.
Bosnanın bir serhat ülkesi olmasından ve kendisine has şartlarından doğan
yapısından dolayı, oradaki ulema, esnaf, asker, halk, ve hatta devlete çok
yararlı hizmetler etmiş bulunan kaptanlar ve ayanlar, devletle sıklıkla çatışmışlardır.
Meselâ, merkez tarafından gönderilen bazı paşalar, makamlarına oturmaya fırsat
bulamadan geri gönderilebilmişlerdir (1827 yılında, Hacı Mustafa Paşa ve
Abdurrahman Paşa).
Öte yandan, 1771 yılında yapılan vergi artışlarına karşı Bosnada toplu bir
direniş olmuş ve bu direnişin başını Saray Bosna esnafı çekmiştir.
Mostarda ise, 1768, 1796 ve 1814 yıllarında ciddi Müslüman direnişleri
yaşanmıştır.
Osmanlıların
1463’te Bosnayı fethetmesiyle birlikte, Bosna Sarayı, Foça, Mostar, Tıravnik ve
Yeni Pazar gibi Osmanlı tarzı şehirler kurulmuş ve bu şehirlerde zenaat, sanayi,
sanat, edebiyat ve ilim gelişmiştir.
Osmanlı Bosnasında, memleket çapındaki
ilk eğitim, mahalle mektebleri (Sübyan Mektebi) şeklinde düzenlenmişti.
İlkokula sadece mekteb de denirdi. İlkokulun gayesi, okuyup yazmak, hesap, hat,
Kur’an okumak, lüzumlu din ve Kur’an bilgilerini verebilmekten ibaretti. Çocuk
4 ilâ 6 yaşında mektebe verilirdi. Tahsil dört yıl sürerdi. Tek tür mektep
yoktu. Zîrâ, mahalleye, şahsa veya vakıflara ait bir çok mektep vardı. Devlet,
resmen bu işleri üstlenmemiştir. Birçok okulda çocuklara yiyecek, içecek,
giyecek ve harçlık verilirdi.
İlköğretim medrese sisteminin dışındadır. Kur’an kursları, her mahallenin
bağımsız olarak yürüttüğü ve çoklukla mahalle camisinde icra edilen bir
faaliyet olmuştur.
Medrese ise, 19.yy
başlarına kadar, Osmanlı devletinin diğer yerlerinde olduğu gibi, Bosnada da
esas eğitim müessesesi olarak kalmıştır.
Her şehirde, hatta bâzı büyükçe kasabalarda bulunan medreseler, ortaöğretim
veren müesseselerdir.
Yüksek medreseler ise Istanbul, Edine, Bursa gibi mahdut şehirlerde
bulunuyordu.
Temel
eğitimde dil, tercihan Türkçe olmakla beraber, mahallin şartlarına ve
icaplarına göre değişirdi. Ancak, medreselerde eğitim Türkçe, Farsça ve Arapça
olmak zaruretinde idi. Zirâ, büyük ve köklü bir kültürü icâb ettirdiği için,
ilmiye ve kalemiye sınıfları, ülkenin her yerinde aynı şekilde eğitilirlerdi.
Ülkede,
Padişahtan sonra, en etkili güç ulema sınıfının elinde idi. Bosnadaki ulema,
Osmanlının her yerinde olduğu gibi, Hıristiyan dinindeki ruhban gibi olmamıştır.
Hâkimler ve profesörler hey’etini teşkil etmiştir. Bunlar idam edilemezler ve
azlolunamazlardı.
Ulema da, tedris, kazâ ve meşihat olarak ikiye ayrılmıştı. Tedrisi müderrisler,
meşihatı müftüler ve kazâyı kadılar yürütürdü. Bunlar, muhakkak Türkçe konuşur
ve kayıtlar Türkçe tutulurdu.
Mahkemede
resmî dil Türkçe idi. Gerektiğinde tercüman kullanılırdı. Mahkeme celseleri mutlak
bir şekilde umuma açık, alenî olurdu. Kadılar aynı zamanda çok selâhiyetli
birer belediye başkanı ve zabıtanın en yüksek âmiri oldukları için, askerî ve
mülkî sınıf gibi kavuk giyerlerdi.
Kadı, belirli bir suçu olmadıkça azlolunamaz, ancak daha yüksek bir kazâya
tâyin edilmek üzere, bulunduğu kazâdan alınabilirdi. Ticaret yapması yasaktı.
Borç alıp veremez, hediye kabûl edemez, umumî zıyafetlerde bulunamazdı. Kadı,
halîfe olan padişahın vekili olarak, onun adına adâlet tevzî ettiği için,
kendisini sadrâzama tâbi saymazdı. Sadrâzam, kadının kazâya, adâlete ait işlerine,
hüküm veriş şekline karışamazdı. İslâm dininde, doğrulukla hüküm vermek, Allaha
inanmaktan sonraki en büyük inanç ve ibadet sayıldığı için, kadınınhükmü, her
şeyin üzerinde telâkki edilirdi. Görev ve yetkileri itibarıyla, beylerbeyi,
kadıyı ne azledebilmekte, ne de verdiği hükmü değiştirebilmektedir. Ancak, o da
her vatandaş gibi, bir kadıyı şikâyet etmek için sadece Dîvana
başvurabilmektedir.
Devletin
her yerinde, ilmiyye sınıfından olan kadılar hâkimdir ve devleti onlar temsil
etmektedirler. Zâbıta tamamen kadının emrindedir. Her kasaba ve şehirde,
zâbıtanın başında askerî yetkilerle donatılmış subaşı ve onun emrinde asesbaşı
ve asesler vardır. Ne var ki, zaman içerisinde, kadının belediye başkalığıı
yetkilerini kaptanların ve âyânın ele geçirdikleri görülmektedir.
Osmanlı
döneminde Bosnada meydana gelen en çarpıcı gelişme, Bosna Sarayı gibi yoktan
kurulan ve olağanüstü gelişme gösteren şehirlerin ortaya çıkmasıdır. Meselâ,
1660 yılında Bosnayı ziyaret eden Evliya Çelebi, bu şehirde 17 bin hanenin, (80
bin 100 bin nüfusa tekabül eder) 104 caminin, 169 çeşmenin ve 1080 dükkanı
ihtiva eden bir kapalı çarşının bulunduğunu ifade etmektedir. Kapalı çarşıda
Hindistan, Arabistan, İran ve Bohemya’dan gelen mallar satılıyordu. Eviya
Çelebi, ahalinin de güçlü ve sağlıklı olduğunu ve havanın da iyiliği sebebiyle
al yanaklı olduğunu ilaveten belirtmektedir.
Boşnaklarda
sanat, Istanbulu taklid ederek gelişmiş ve hatta rekabet bile ederek yüksek bir
klâsik çizgiyi 1888’e kadar muhafaza etmiştir. Yerli halkın, istisnasız olarak
Boşnakça konuşuyor olmalarına rağmen, her türlü edebiyat Türkçe, Farsça veya
Arapça ile yazılarak gelişmiştir. Bu zenginlik, günümüzdeki Saraybosna
kütüphanelerine bir göz atmakla kolaylıkla teyid edilebilir. Meselâ, Sırpların
şehri yakmağa başlamalarından kısa bir süre öncesine kadar, 1992 yılındaki
tasnife göre, Osmanlı Bosnası döneminin eserlerinden, Gazi Hüsrev Bey
Kütüphanesinde 5000 adet, Şarkiyat Kurumunda 1762 adet ve Mllî Kütüphanede 478
adet mevcut idi. Bu kurumların Sırp topçusunun ateşiyle tahrib edilmesiyle işbu
eserlerden kaçının yok edildiğini zaman gösterecektir. Bosnanın diğer
şehirlerinde ve Istanbul, Kahire gibi büyük merkezlerde bulunanlar hakkında
kesin bir bilgimiz olmamakla beraber, bunları sayısının yüksek olduğu tahmin edilmektedir.
Bosananın
yetiştirmiş olduğu sanatçıların ileri gelenleri, gerçekten birer zirve teşkil
etmektedirler. Bunlar, devletin İslâm-Türk kültürüne önemli katkılarda
bulunmuşlardır. Bunlardan, Ahmed Sudi el Bosnevî (ö1598) Türkçe ve Farsça
şiirler yazmış olduğu gibi, Şirazlı Sadinin Gülistan adlı eserini de Türkçe
olarak şerh etmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, İslâmın Bosnaya
gelmesinden yüz yıl gibi nisbeten kısa bir süre sonra, oralı bir şairin,
Gülistanı şerh edecek kadar yüksek bir derecede Türkçe, Farsça ve Arapça
dillerinin yanı sıra bunların kültür müktesebatını öğrenebilmesi ve serbestçe
kullanabilmesidir.
Bosnalı
seçkin sanatçılardan örnekler sıralayacak olursak, şu zirveleri görürüz: Hasan
Efendi Pruşçak (ö1616) Miratül Hükema yazarı, Abdi el Bosnevi (ö1644) Türkçe
ilâhiler yazarı, İbrahim Alaybegoviç Peçevi (ö1651) Türkçe Tarih yazarı, Mehmed
Havaî Uskufî (ö1651) şair ve Boşnakça-Türkçe lûgat yazarı, Derviş Paşa el
Bosnavi (ö1603) Farsçadan Türkçeye şiir çevirilerinin sahibi, Ahmed el Mostari
Rüşdü (1699) şair ve divan sahibi, Mustafa Akhisarî (ö1755) itikadî ve ahlakî
risaleler ile kahve üzerine bir risalenin sahibi, Mustafa el Mostari Eyuboviç,
(Şeyh Yuyo, öl.1707) mantık, dilbilgisi ve kelâm üzerine 30 adet risalenin
yazarı, Molla Mustafa Şevki Başeskiya (ö1809) Türkçe hatırat sahibi olan
kişilerdir. Bunlar arasında, sanat dışında da önemli uğraşları olanlar vardır.
Meselâ, İbrahim Peçevî, Macaristan eyeletinde görev yapan yüksek bir devlet
memurudur, Derviş Paşa Bosna Beylerbeyidir, Şeyh Yuyo Mostar müftüsüdür,
Mustafa Başeskiya Yeniçeri ocağında yüksek rütbeli bir subaydır. Mehmed
Havaînin yazmış olduğu Boşnakça-Türkçe lûgat, Sılav dilleri üzerine yazılmış en
eski lûgat olsa gerektir.
Başnakların
geliştirmiş olduğu aşk şarkıları (sevdalinka), ağıtlar, ilâhiler, kahramanlık
hikâyeleri ve destanlar, İslâm-Türk-Boşnak kültür ortamının yüksek eserlerinden
sayılmaktadır.
Hat,
çini ve minyatür sanatları da Bosnada yaygın kabûl ve kullanım alanı bulmuştur.
Bosna evlerine, camilerine, medreselerine, sebillerine, köprülerine, imaretlerine
vs mimarî eserlerine bakarken, bugün bile, insan kendisini Bursada veya
Istanbulda hissedebilmektedir. Bu eserlerdeki zarafet ve nefaset ise, hiç şüphe
yoktur ki, Istanbuldakilerle yarışacak seviyededir.
Bosna,
taa başlangıçtan beri, Sünnî ve Maturidî İslâmın bir yuvası ve kalesi olmuştur.
Bu vasfı, bugün de devam etmektedir. İslâmın bir kolu olarak, tasavvuf ve
tarikatlar da Bosnada kendilerine yer bulmuşlardır. Bu bağlamda, Nakşî ve
Halvetî tekkeler halk arasında kabûl görürken, vahdetivücüt düşüncesinin bir
taşıyıcısı olmasından ötürü, Bektaşilik pek hoş karşılanmamıştır. Hamzavî
anlayışı da aynı sebeple itibar kazanamamıştır.
Yukarıdan
beri anlatılanların ışığında hadiseye bakıldığında, fetihten sonra, Bosnada
kişilerin ruhunda ve toplumun yapısında gerçek ve gönüllü bir ihtilâlin
yaşanmış olduğu ve bunun sonucu olarak da İslâm-Türk-Boşnak hayat tarzının
ortaya çıkmış olduğu anlaşılacaktır.
Öte yandan, doğan
işbu yeni Bosna, Osmanlı devleti için önemli bir tarım, hayvancılık, ormancılık
ve sanayi ülkesi olmuştur. Bosnada, tarım Hıristiyan ve Müslüman köylüler
tarafından, hayvancılık çoklukla Ulahlar tarafından yürütülmüştür. İklimin,
suların ve toprağın çok müsait olması sebebiyle de her iki uğraşının sonucunda
elde edilen verim yüksek olmaktaydı. Bosnalı tüccarlar, deri, kürk, meyve, erik
kurusu, tahıl, içki ve çeşitli madenler cinsinden olan mallarını Layipzik ve
Viyana şehirlerine kadar götürüyor ve buna mukâbil dokuma ithâl ediyorlardı.
Her ne kadar Bosnanın madenleri daha fetihten önce bu dönemde hemen, hemen
tükenmiş bir durumda idi ise de, Vareşteki demir madeni zenginliği itibarıyla önem
ifade ediyordu.
Bosna, kereste başta olmak üzere, orman ürünleri de ihraç ediyor ve önemli bir
gelir temin ediyordu.
Gustav Tomele
(Gustav Theommel) göre, Bosnanın 1864 yılındaki ihracatı 10 milyon altın lira
ve ithalatı 8 milyon altın lira civarındadır.
Kalayın tespitlerine göre de, 1872 yılında, Bosnada 700.000-800.000 hektar
ölçüsünde ormanlık arazi mevcut idi.
Boşnaklar,
Osmanlı devletini kendi yurtları saymış ve bu devletin içinde Türklerle beraber
ve iç içe yaşayıp hizmet etmişlerdir. Bosnaya yerleşen Türkler, muhtemelen asker,
ulema, idare, ticaret, zanaat, sanat sınıflarına mensup idiler. Bunlar zaman
içinde Boşnaklaşmışlardır. Bu gibilerden Çengiç, Mirâlem, Atlagiç, Ulamapaşiç,
Skenderpaşiç, Lakişiç, Malkoç, Dugaliç, Burceviç ve Çaviç aileleri türemiştir.
Çengiç ve Burceviç aileleri çarpıcı özellikler taşır: Çengiçler baba tarafından
Akkoyunlu hanedanına, baba tarafından Osmanlı hanedanına mensupturlar;
Burceviçler ise Türk Burçoğulları boyuna mensuptur ve bu itibarla Mısır
Memlûkları ile de akraba olurlar.
Boşnaklar,
Bosnada, Hersekte, Dalmaçyada, Hırvatistanda çoklukla kendi başlarına kaleler
ve topraklar almışlar, kaleler ve şehirler kurarak devleti güçlendirmişlerdir. Birer
kahramanlık destanı şeklinde cereyan etmiş olan bu seferlerin bâzısı çok büyük
kayıplara mâl olmuştur.
Boşnak ordusu,
Osmanlı devletinin hemen, hemen bütün harplerine de iştirak etmiş, şehit
vermiştir ve zaferlere ortak olmuştur. Bu bağlamda İran, Mısır, Kırım, Buğdan,
Lehistan ve Erdel harpleri zikredilebilir. İran harbinde 5000, Özü savunmasında
9000 Boşnak şehit olmuştur. Boşnak ordusu, Belgrad, Böğürdelen, Semendire, Fethülislâm,
Osiyek, Sisak, Vukovar, İstolni Belgrad, Buda, Eğri, Peçuy, Kanije, Estergon,
Zigetvar, Siklos, Uyvar kalelerinin fethide, Viyana kuşatmalarında, Mohaç
meydan muharebesinde canla ve şanla hizmet etmiştir.
1463ten
itibaren, Bosna, Osmanlı devletinin uç bölgesi olmakla, Sava bölgesinde
Avusturyanın ve Dalmaçya bölgesinde Venediğin ve Fransanın hedefi olmuş ve
birçok defa yakılıp yıkılmıştır. Bu mücadele boyunca, Avusturya orduları, bir
çok defa Bosnaya saldırmıştır. Meselâ, bu seferlerde, 1697 yılında Saraybosna
şehrini yakmış, 1736 yılında Banya Luka şehrini kuşatmış, 1790 yılında Dubçe
kalesini düşürmüştür.
Bu savaşlarda Boşnakların kayıpları on binlerle sayılmaktadır. Herseg Novi ve
Kilis kaleleri için Boşnaklar Venedikle birçok defa savaşmışlar ve kale bir çok
defa el değiştirmiştir. Napolyon döneminde, Venedik Fransa tarafından ortadan
kaldırılınca, Dalmaçya Fransa tarafından işgâl edilmiş ve Bosna içlerine
seferler edilmiştir.
Devlet,
Boşnakların Hırvatistan, Macaristan ve kuzey Sırbistan bölgelerine
yerleşmelerini teşvik etmiştir. Bu sebeple Macaristandaki zaimleri hepsi Boşnak
idi ve orada Boşnakça konuşulurdu. Macaristandaki Osmanlı erkânı Boşnakça
konuşurdu.
Budim, zamanın Boşnakça konuşulan en büyük şehri sayılmıştır.
Bu yüzden, oralar elden çıkınca, Boşnaklar, Macaristanda ve Sırbistanda büyük
katliama uğramışlar ve kitleler hâlinde Bosnaya sığınmak zorunda kalmışlardır.
1686 yılından sonra, Macaristandan ve Slavonyadan 130.000 Boşnak muhacirin
Bosnaya iltica etmiş olduğu yazılmaktadır.
Kaç kişinin öldürülmüş, kaç kişinin de Katolik yapıldığı belli değildir.
Gerek Osmanlı
develetinin fetih döneminde, gerekse de çekilme döneminde, Frenklerin Boşnaklara
karşı olan şaşmaz uygulaması, zulüm, işkence, yağma, zorla din değiştirme ve
kitle hâlinde öldürme olmuştur. Meselâ, 1702 yılında, yılbaşı yortusunun
gecesinde, Karadağdaki bütün Müslümanlar öldürülmüştür.
Nihayet,
Berlin Barış Toplantısında Bansa-Hersek vilâyeti Avusturya-Macaristan
devletinin idaresine terk edilmiştir. Ancak, Boşnaklar buna direndiği için Avusturya
ordusunun Bosnaya girişi kanlı olmuş, ciddî kayıplara yol açmıştır. Bu tarihten
itibaren, Boşnaklar kitle hâlinde Türkiyeye göç etmeğe başlamışlardır. Bu
vesile ile Boşnaklar, Edirne, Kırklareli, Çanakkale, Çorlu, Istanbul, Kocaeli, Sakarya,
Bolu, Eskişehir, Bursa, Balıkesir, İzmir, Manisa, Aydın, Ankara, Konya,
Malatya, Adana, Antalya, Kars, Erzurum, Hopa, Samsun, Suriye, Lübnan,
Arabistan, Mısır ve Trablus vs bölgelere yerleştirilmişlerdir. Bu vesileyle
100.000 ile 300.000 arasında bir muhacirin Türkiyeye gittiği yazılmaktadır.
1910-1921 döneminde ise, 300.000 kişinin ülkeyi terk etmek zorunda bırakılmış
olduğu belirtilmektedir.
Balkan savaşı
ile 1. ve 2. Dünya savaşları sırasında Boşnaklar, Türklerle akraba olmalarından
ötürü her türlü zulme tâbi tutulmuşlar ve kitle hâlinde öldürülmüşlerdir. Bu
yüzden de yine Türkiyeye sığınmak zaruretinde kalmışlardır.
1992-1995
Bosna İç Savaşı
Nihayet, 1990
yılında Komünist Yugoslavyada düzen zayıflamağa ve bozulmağa başlayınca,
eskiden beri Bosna ile hesabı olan bâzı devletler ülke içindeki tezatları
kaşımağa ve kanatmağa, kendilerine hizmet eden kişiler ve kuruluşlar yolu ile
karmaşa ve kargaşa oluşturmağa, çeşitli yollardan Slovenyaya ve Hırvatistana
silâh ve mühimmat vermeğe başlamışlardır. Tarihe bakılacak olunursa bunların
kim olduğu kolaylıkla teşhis edilecektir. Yugoslavya ordusu ise tamamen
Sırpların ve Karadağlıların yönetiminde idi. Ortada, teşkilâtsız ve silâhsız
olan sadece Arnavutlar, Boşnaklar, Pomaklar ve Türkler gibi Müslümanlar vardı.
Konum itibarıyla da Boşnaklar, her türlü imkâna sahip olan Sırplarla
Hırvatların arasında kalmışlardı. Eski rekabetler ve husumetler Batı tarafından
iyice sivriltilmiş olduğu ve Müslüman düşmanlığı yeniden hortladığı için nefret
hastalığına tutulmuş dünkü komşular, biden bire Müslümanlara saldırmağa ve
öldürmeğe, yağmalamağa ve yakmağa başladılar.
1992-1995
döneminde Bosna-Hersekte yaşanmış olan facia, Avrupanın korkunç yüzünü bir kere
daha gün ışığına çıkarmıştır. Orada yaşanmış bulunan vahşet, Avrupalı güçlerin
gözleri önünde ve açıktan işlenmiştir. Bu vahşet yaşanırken, Avrupalı güçler
sadece nüfuz bölgelerindeki çıkarlarının peşinde hareket etmişler, insanlıktan
ne kadar yoksun olduklarını ortaya koymuşlardır. Bir konuda haklarını yememek
lâzım: münasip bir zamanda, Sırplar, Hırvatlar veya Yunanistan gibi ülkelerden
gelmiş olan psikopat milis birlikleri tarafından işkence ile boğazlanmak üzere
Boşnakları besledikleri ve ülkelerini savunmak yerine, kaçmak isteyen
Boşnaklara sığınabilecekleri yer sağladıkları bir vakıadır. Bu arada, sadece
savunmasız Boşnaklara etkili olacak bir silâh ambargosu koymayı da ihmâl
etmemişlerdir. Elbette ki, Avrupalı güçlerin vahşeti, Bosna ile sınırlı
değildir; Yukarı Karabağ gibi bölgelerde de aynı vahşet işlenmektedir. Bu
savaşta 200.000 bin Boşnağın öldürülmüş,
binlerce evin yakılmış, Boşnaklar toplama kaplarında açığa ve zulme
uğramış, binlerce kadına tecavüz edilmiştir.
Esasen, bu tutum nevzuhur değildir;
hazretlerin eski huyudur, taa kadim zamanlardan kalan. İşbu katliam katliamlar
ve kan içicilik, gerektiği zamanlarda, Aziz Bartelmi Yortusu, Birinci ve İkinci
Dünya Savaşları gibi zamanlarda olduğu üzere, kendi aralarında da revaç bulmuş
idi. Daha da bulacağından hiç kimsenin şüphesi olmasın. Avrupa’nın Osmanlı
Devleti ile 1600’lü yollardan itibaren yürüttüğü mücadelede, Balkan
milletlerine adam boğazlamayı, Müslümanları yağmalamayı, öldürmeyi ve sürgüne
göndermeyi ve benzeri zulümler Avrupanın kurumları öğretmiştir. Çeşme, Navarin
ve Sinop limanlarında demirli bulunan Osmanlı donanmalarının birer baskınla
yakılması bu hilekâr zihniyetin birer iğrenç resmidir. Amerikalı yazar Jastın
Mıkkarti ( Justin McCarty), 1820 ile 1920 yıları arasındaki yüz yıllık bir süre
içerisinde, Balkanlarda ve Kafkasyada beş buçuk milyon Müslümanın ölmüş
olduğunu ve milyondan fazlasının da Anadolu’ya kaçmak zorunda bırakılmış
bulunduğunu yazmaktadır.
Bosnadaki kurtuluş savaşı boyunca,
meşru hükümetin başında rahmetli Aliya İzetbegoviç bulunmuş ve savunma için
insan üstü çabalar sarf etmiştir. Bosnada zulüm ve vahçet işleyen soydaşları
ile savaşmak üzere, Bosna Ordusuna katılmış olan Hırvatları ve Sırpları hayırla
ve şükranla yâd etmek gerekir. Bu ordu, insan gücü ve her türlü donanım
bakımından tam güçlü hâle geldiği ve tecavüzcülerin hadlerini bildirmeğe
başladığı zaman, Batılı sömürgeciler her türlü oyunlarla ve tehditlerle ortaya
fırlamış ve Bosna, Hırvatistan ve Sırbistan devlet başkanlarını ABDndeki bir
askerî üsse kapatıp korkunç bir antlaşma dayatmışlardır. Sözüm ona işbu Deytın
Barış Antlaşmasından on altı yıl geçmiş olmasına rağmen, ne uygulamanın
yöntemi, ne de hedef değişmiştir: Boşnaklık ve Boşnaklar yok edilmek
istenmektedir. Bu bağlamda, Boşnaklar işsiz bırakılmakta, evleri Sırp ve Hırvat
denetimi altındaki bölgelerde bulunan Boşnaklar evlerine dönememekte, gençlik
fuhuşa, içkiye ve uyuşturucuya alıştırılmakta, Boşnakların başka ülkelere göç
etmeleri için kolaylıklar sağlanmakta, vatanlarını savunmak uğrunda sakat
kalmış olan eski muharipler başta olmak üzere, bütün vatanseverler
süründürülmekte ve analarından emdikleri süt burunlarından getirilmektedir.
Cumhurbaşkanı sıfatını dahî taşıyanlar dâhil olmak üzere ( Meselâ, sayın Ethem
Bıçakçiç hâdisesini hatırlamakta fayda vardır), devletin başında bulunan
kimseler olmadık bahanelerle görevlerinden alınmakta ve mahkemelerde
süründürülmekte, eğitim düzeninin içinde uygulanan müfredatla Boşnak kimliği
yok edilmek ve savaşın zulmü unutturulmak istenmektedir. Meselâ, Hırvat
topçusunun yıkmış olduğu Mostar Köprüsü, sırf bu amaçla tamir ettirilmiştir.
Avrupa ve şakirdleri, tam bir
psikoterapiden geçip, düşünce kalıpları insanî esaslar üzerine oturtularak yeni
bir psikososyal kişilik kazanmadıkça, Balkanlara ve hatta bütün Dünyaya huzurun
gelmesi mümkün değildir.
Hâlen
Avrupanın güdümünde olan sıkıntıların yakında bitmesi mümkün gözükmemekle
beraber, insanlık idealinin büyük temsilcisi ve samimî uygulayıcısı olan
Türklerin, kardeşleri olan Boşnakların elinden muhakkak tutacaklarından ve
karşılık beklemeden her türlü yardımı sağlayacaklarından kimsenin şüphesi
olmamalıdır. Türkiye Cumhuriyetinin eksik bırakmak zorunda kalmış olduğu işler,
Türk Milleti tarafından ikmâl edilecektir. 1993 yılında Bayburtun Yukarı
Üzengili Köyünde zelzelede hayatı kurtulan ve adını bilmediğim bir hanım kardeşimizin,
yıkıntıların altından çıkar çıkmaz, “Allah, beni kurtardığı gibi Bosnayı da
kurtarsın” sözleri, hem bir niyetin, hem de millî kararlılığın ifadesi olarak anlaşılmalıdır.
Bu
felâket sırasında, Türkiye, birçok yardımı sorgusuz sualsiz ve anında yapmıştır.
Meselâ, Türkiye, binlerce mülteciyi misafir etmiş, yüzlerce Boşnak gencine
eğitim ve öğrenim imkânı sağlamış, Bosnaya gıda ve nakit para yardımında
bulunmuş, BM koruma gücünün oluşumuna katkıda bulunmuş, Bosna Ordusuna mensup
askerleri eğitmiş, hastaların ve yaralıların tedavisi için Boşnaklar için özel
bir hastane tahsis etmiş, milletler arasındaki siyaset alanında Bosnayı dâima
desteklemiş ve sahneye çıkıp haklarını savunmaları için Boşnak siyasetçilerini
öne çıkarmıştır. Türklerin kişi olarak yaptıkları yardımları ve verdikleri desteği
ise yalnızca Hâlik bilecektir. Bu uğurda emeği geçen siyasetçileri, askerleri,
memurları, gönüllü kuruluşların yöneticilerini ve üyelerini ve sessizce
yardımda bulunan necip milletimizin fertlerini şükranla ve hürmetle
selâmlıyorum.
Burada,
Bosna ve şerefi çiğnenen insanlık için savaşmış herkesi selâmlamaktan büyük bir
şeref ve mutluluk duymaktayım. Bosnanın siyasetçileri ve Bosna Ordusunun
başbuğları, aşağı yukarı iyi bilinmektedir. Yalınız, ilk Genel Kurmay Başkanı
General Hasan Efendiç pek az tanınmaktadır. Bu general, daha önceleri kendisini
sadece Yugoslav olarak tanımlarken, gelişen facianın etkisiyle, Boşnak
köklerine sarılmış ve meşru hükümetin ordusunu kurmada ve silâh temin etmede
büyük hizmetler etmiştir. Bildiğim kadarıyla, diyebilirim ki, Hasan Efendiç
olmasaydı, Bosa Ordusu da olamazdı. Bu itibarla, burada kendisini şükranla
anıyor ve selâmlıyorum. Allah, hayırlı ve Salih ömürler nasib eylesin. Yapılanı
balık bilmiyebeilir, ama Hâlik elbette biliyordur. Esas, şükran ve selâm ise,
adsız şehitlere olsa gerektir. Onları huzurunda hürmetle eğiliyorum!
Muhamed Hacıyahiç (M.Hadzijahic), ‘O
Nestajanju Crkve Bosanske’. Pregled, C. LXV., 1975, ss. 11-12.
Saffet Başagiç (S. Bašagic), Kratka
Uputa u Prošlost Bosne i Hercegovine, Vlastita Naklada, Sarajevo, 1900,
s.16.
Enver İmamoviç (E. İmamović), Porijeklo i Pripadnost Stanovnistva Bosne i Hercegovine, ART 7,
Sarayevo, 1998, s.127.
Adem Hanciç (Adem Handžic), İslâmizacija Bosne i Hercegovine i Porijeklo Bosansko-Hercegovackih Muslimana,
İslâmska Dionicarska Štamparija, Sarajevo, 1940, s.20-21; Bojić, a.g.e., 38.
“Bunlar,
İsa’nın son aksam yemegi esnasında havarilere gelisini müjdeledigi (teselli
edici) Ruhu’l- Kuddüs’ün Muhammed oldugunu inanıyorlar. Keza paskalyadan elli
gün sonra Ruh’ul Kuddüs’ün havarilerin üzerine inmesini de Muhammed’in zuhuruna
bir alamet, bir haberci görmektedirler. İncil’de “Paraklitt” (teselli edici)
tabirinin geçtigi her üç yerde onu, yeni peygamber olan Muhammed ile izah
ediyorlar .” Tayyib Okiç, “Balkanlarda Bogomilizm Hareketi ve Bunun Bir
Araştırıcısı, Aleksandar Vasilević-Solovyev”, İslamî Tetkikler Enstitüsü
Dergisi. V/1-4. s.212.
Suadin Sıtraşeviç (Suadin Straševıc),
Verske Prilike u Srednjovjekovnoj Bosni
i Prihvatanje İslâma na Njenom Tlu, DJL Europrint, Banovici, 1999, s.80;
Ömer Bosnavî, Bosna Tarihi, Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1979, s.121, 21.
Branislav Curdev (Branislav Djurdev),
“Bosna Hersek”. Diyanet İslâm Ansiklopedisi, TDV, İstanbul,
1992, s.298.